24 Şubat 2009 Salı

Sonbahar

Ve sonbahar… Her taraf sapsarıydı gözlerimi açtığımda, hiç yeşili kalmamıştı ağaçların, yaprakları da yoktu şimdi dalların. Hiçbir sarı bu kadar gözümü yormamıştı, ya da ben hiçbir sarı arasında bu kadar yeşili aramamıştım. Tren tüm hızıyla giderken beynimin daha çok yorulduğunu hissediyordum. Nereye gittiğimi dahi bilmediğim bir aracın içersinde yola devam ediyordum sadece. Her yola bu kadar kolay devam edebilseydim keşke… Gitsin gidebildiği yere kadar, elbet onun da gidemeyeceği, tıkanacağı yerler olacak diyordum. Belki raylarından çıkacak, ordan oraya savuracaktı insanları. Ki zaten her daim savrulup durmuyor muyduk? Gitti, gitti, gitti… Artık geri dönme vakti gelmişti. Benim vaktimdi bu, yoksa trenin zaman sınırlaması yoktu. Geceler ürkütmüyordu onu, ya da yalnızlık parçalamıyordu vagonları. Hepsi birbirine kenetlenmişti çünkü. O bile benden daha kalabalıktı biliyorum. Hadi artık kalk, silkelen ve geri dön diyordu içimdeki ses. Oysa ben geri dönmek ne için gerekiyordu onu bile bilmiyordum.

Sorumluluklar, sorumsuzluklar, görmezden gelinenler, itilmeler, dışlanmalar, hayata karşı sadece seyirci olmak, bazen onu bile becerememek, gözyaşlarım ya da ağlayamayışlarım o kadar çok yormuştu ki beni. Acılar yaşanmalı insanca, bunu bilip bunu savundum hep. Ama hiçbir acı sonsuza kadar sürmez ve hayat yalnız geçemezdi. Anladığım anlar, dinlediğim anlar, düşündüğüm, özlediğim, istediğim, konuştuğum ya da sustuğum, gittiğim ya da geldiğim her an beni biraz daha uzaklaştırıyordu. Oysa uzaklaşmak değil, orda öylece durmaktı istediğim. Biliyorum bu sonbahar bir gün geçecek. Ama şimdi yalnız kalırsam, yalnız bırakırsam, kırılınca kırmayı seçersem bahar gelmeyecekti. Oysa tüm çabam bir başka baharaydı. Tüm çabam yaprakların yeniden yeşillenmesineydi. Ya da hayır hayır gözlerinin yeşilineydi. Ben de çekersem elimi eteğimi, sadece burada durmayı tercih edersem, varlığın içinde yok etmiş olmaz mıydım onu?

Sana seslenişlerimin birkaç satırı: Keşke bugün ve sen düşlerim gibi olsaydınız. Hayalini kurduğum o evde bir de sen, ya da yalnızca sen olsaydın ve ben koşup sana sarılsaydım. Belki o zaman bu kadar hazin gelmezdi rüyamdaki sonbahar, bu kadar yürek burkmazdı onca sarı yaprak arasında yeşili arayışım. Bütün amacım yeniden yeşileydi, gözlerinin yeşilineydi. Şimdi sabah ve ben gece yarısına kadar, bal kabağına geri dönüş saatine kadar bir yerlerde seni bekliyor olacağım ( gelirsin diye )…

Henüz yeni çıkmıştım evden yürüyordum, bu sefer sarı bir şey arıyordu gözlerim, bulamıyordu. Kendimce bir şeyler düşünüyor ve o düşündüğüme inanıyordum. Oysa ne kadar da saçmaydı bu. İş yerim ve işte bahçesi, orası da bomboş, sarı yapraklardan başka hiçbir şey sarı değil bu bahçede de…. Ne bekliyordum ki… Bugün bu kadarla yetinmek gelmiyor içimden, ama ötesi olmazsa da susup oturmaktan başka ne gelir ki elimden. Yine de bekliyorum, gece on ikiyi vurmadan bir şeyler görmek, yaşamak ümidiyle bekliyorum, umudum yok ama var gibi göstermeye çalışıyorum… Hüzün ağır basıyordu bugün içimde, dönüp kendime baktım yine simsiyahtım. Birinin sözleriyle fark ettim ben de ne kadar siyah olduğumu, bugün neden bu renk giyindiğimi soruyordu bana. Oysa ben hiçbir zaman farklı renk giymezdim ki. Çünkü hiçbir zaman siyahtan öteye gidememişti düşlerim benim.

O gelecek miydi, bu soru bana sorulmuştu. Gelmeyecekti biliyordum, ama belki söylerlerse ve gelirse ne kadar mutlu olurum diye geçirdim içimden. Ama siz söylerseniz gelirdi belki… Evet bekleyeceğim, evde, işte ve yine evde, bal kabağına dönüşmeden gelmesini bekleyeceğim.

Çarkın bir kez daha döndüğü bugünde yeni bir yılın coşkusunu içimde taşıyamamak belki de bu çöküntümün sebebi. Olmayan pembe düşler her yılda biraz daha yok oluyordu içimde, git gide karanlık hakim oluyordu düşlerime. Korkuyorum, yarın – di’li geçmiş zamanların hayatımı kaplamasından ve kendi hayatıma da seyirci olma düşüncesinden korkuyorum. Oysa fallar, burçlar bu yılı, özellikle bu ayı güzel geçecek diye yorumlamamışlar mıydı? Ama benim hayatım hiç kimseye, hiçbir şeye benzemiyordu, o yüzden de bütün bunlar benim için geçerli değildi, şimdi anlıyorum. Belki de ilk kez önemsemiyorum bugünü. Gece erkenden uyuyuşlarım da bu yüzdendi belki. Hiçbir sesin beni uyandıramadığı derinlik de bu yüzdendi belki. Gece başlayan susmak bilmeyen telefonların da eskisi gibi yüzümü güldüremediği de bu yüzdendi belki...

Güllerim solalı çok olmuştu, papatyalarım da en küçük parçalarına ayrılmıştı. Yenileri kaplamazdı vazomu ya da masamı biliyorum… Ama ben yine de beklerdim, hatta sormuştum bile. Ama her şey gibi bu da boşaydı biliyorum.

Aslında hepsi iç seslerimdi benim, beklediklerim, istediklerimdi, umutsuz da olsam geçmişti birer birer içimden.

Daha geceye çok var, aslında çok da değil ama daha var. Kim bilir belki saat çok geç olmadan o zil de çalar ve ben de kapıyı açan olurum.

11 Şubat 2009 Çarşamba

Lost Control

Bir şeyler yapmak istiyorum, kendi adıma bir şeyler… Beni karmaşadan, gürültüden, dağınıklıktan, düşüncelerden uzaklaştıracak, bunu yaparken beni yeniden var edecek bir şeyler yapmak... Bir sanal diyaloga takılmadan, ne yapıyorsa yapsın diyebilmek; aklıma estiği anda istediğim yerde olmak; bulunduğum yerde yaşamam gerekenleri yaşamak; belki saçmalamak, belki gülümsemek, belki delicesine içmek; belki sırf içimden geldi diye birine koşup sarılmak; bakışlarda anlam aramamak, ya da bulduğun anlamı kaybetmemek için bakmak, bakmak, bakmak; galiba bir şey var demek, ardından şuana kadar ne oldu ki şimdi olsun diyebilmek, sonra koşmak insanlara aldırmadan koşmak, hem de alkolün etkisinden, ya da vücuduma işlemiş nikotinden değil, sadece kendimi rahatlatmak, istediğim anda istediğim şeyi yapabilmek için koşmak… Sonra nefes almak adına bir deniz kenarına oturmak, o kokuyu içime çekmek, sonra birkaç sayfasını okuyup, kapattığım kitabımın okunmuş sayfaları artsın diye yine kitabımı açmak, sıkıldığım anda yeniden kapatmak… O sırada çalan şarkının birkaç sözüyle irkilmek, kitabımı yere düşürmek:

‘’ Yes, I am falling... How much longer till I hit the ground?
I can't tell you why I'm breaking down.
Do you wonder why I prefer to be alone?
Have I really lost control? ’’

İçerisinde kendimden bir şeyler bulmak, ya da orda her şeyi bulmak istiyorum; ve tekrar tekrar: ‘’have I really lost control?’’ Ne kadar da ürkütücü bir sözdü şimdi beynimi yoran, ya da ben çok yorgundum. Kaybedilen bir hakimiyetti şimdi bahsettiğim, kendimi bulduğum bir satırdı sayfalara döktüğüm…

Bir bilinmezlik şehri canlanıyor zihnimde, uçsuz bucaksız demek geliyor içimden, ama bir ucu olmalı, bir yerde son bulmalı her şey gibi… Çok şey görüyorum orda, gördüğüm anda yeniden kaybediyorum. O zaman gördüklerimin ne anlamı var? Baksanıza ben artık gördüklerimi bile kaybeder olmuşum, bana ait olanlar kaybolsa ne olur diyecek gibi oluyorum, ardından yine susuyorum, niye sustuğumu dahi bilmeden… Ben bunu yaptıkça biliyorum bir gün her şey tamamen kaybolacak… Bugün, yarın ve az kaldı geliyor o gün!